6 Mayıs 2016 Cuma

Portfolyo (?)

9. Sınıf

1-Turnuvalarda sınıf voleybol takımında yer aldım.
2-Basketbol oynamayı öğrendim.
3-Matematik'ten 92 ortalama getirdim.
4-Okulun dans kursuna gittim.
5-Soma faciası ve Berkin Elvan için okulda protesto yaptım ve arkadaşlarımla okula gelmeme kararı aldık.
6-Manyas Kuş Cenneti'nde muhteşem bir fotoğraf çektim.


10. Sınıf

1-8 Mart'ta Kadın Hakları ve Kadına Şiddet konulu bir sokak röportajı yaptım.
2-İlk kez elle tutulur bir şeyler yazdım.
3-8 ay tiyatro kursuna gittim. Gösteriye bir ay kala, insanlara tahammülüm kalmadı ve bıraktım.
4-Astroloji'de profesyonelliğe bir adım daha yaklaştım.
5-Bugünkü kişiliğimi yaratan olaylar yaşadım.
6-Matematik'ten 14 aldım.
7-Bir buçuk ayda 6.5 kilo verdim.


11. Sınıf

1-1 sene süren depresyon dönemimden kurtuldum.
2-Verdiğim kiloları geri aldım.
3-Hayatımın en verimli ve geliştirici senesini yaşadım.
4-1 belgesel çektim.
5-2 kısa filmde oynadım.
6-Cahil, egoist, baskıcı insanlara başkaldırım. Saçmalıklarını yüzlerine vurdum.
7-Küçük Prens etkinliğine katılıp ilkokul çocuklarıyla dans ettim, oyun oynadım, mektup yazdım.
8-Yaratıcı Yazarlık Atölyesi'ne gittim.
9-B1 seviyesinde eğitim alan en genç kursiyer oldum.
10-Öğretmenlerimle alay etmem ve okul işlerini engelleyecek davranışlarda bulunmamdan dolayı disipline gittim. (YGS denemesini çözmedim.)
11-Pecha Kucha tekniği ile sunum yaptım.

3 Mayıs 2016 Salı

Yaren Kaçıyor Gamla Keder Kovalıyor

Kurduğum hayallerin kırıkları zihnimi, yüreğimi kanatıyor. Artık yine kırılır da beni kanatır diye hayal kurmaktan korkuyorum. Umut etmekten, inanmaktan, güvenmekten... Benim üzerimden beş altı tane "hevesi kursağında kalma hikayesi" çıkardı. Belki birkaç tane de güvenmenin zararlı üzerine seminer verilirdi, bilemiyorum. Yine de her şeye rağmen ne yapıyoruz? "Fuck off." deyip önümüze bakıyoruz. Bugün akşam saatlerinden itibaren yaşadığım gerginlikleri, üst üste öğrendiğim bir sürü şeyi hayatımın kara listesine ekliyorum. Yarın artık bu kara listeyi ateşlerde kül etmenin vaktidir. Ateşlerde kül edip, küllerini Üsküdar'da kafama yetmişlik rakı dikerken denize atmanın vaktidir. Melale boğulmanın ne anlamı var değil mi? Hem neydi Jüpiter'in kanunu: Sanatçılar hariç kimse hüzünlü olamaz.

28 Nisan 2016 Perşembe

Yazmayı Bitirdiğimde Başlık Bulamayacak Kadar Sinirli Olduğum Bir Sayfa


"Bugün nihayet 1984'ü okumaya başladım ve fark ettim ki bir oturuşta 70. sayfaya ulaşmışım.
Kitap, 70 sayfadan anladığım kadarıyla yazar Orwell'ın Hayvan Çiftliği adlı diğer kitabında işlenen kurgunun farklı bir versiyonu. Bir devrim yapılıyor, her şeyin çok güzel olacağı sanılıyor ve çok geçmeden, gelen gideni aratmaya başlıyor. 
Hayvan Çiftliği'ndeki Napoleon ve Büyük Birader, kurulmuş düzendeki en güçlü, en kudretli ve son sözü söyleyen kişi. Snowball ise 1984'un Goldstein'i.
Beraber çıktıkları yolda, amacından sapan Yoldaş'ın gözüne bir perde iner, egosuna kibrine yenik düşer ve diktatör bir yönetici olup çıkar. Ona karşı çıkanlar ise hainlikle, kötülükle suçlanarak nefret odağı haline dönüştürülür.
Kitapta her gün, tele-ekran adı verilen alıcılarda, İki Dakikalık Nefret adlı bir görüntü yayınlanır. Gerçek olduğu kanıtlanamamış bazı olaylardan bahsedilir ve insanlar hipnotize olmuş gibi, yine varlığı belirsiz Goldstein'i ve ordusunu izlerler. Aralarından birkaçı tepinmeye, bağırmaya, nefretini kusmaya başlar ve her yandan izlendiğini bilen insanlar, sürüye ayak uydurmak zorunda hissedip, diğerleri gibi öfke nöbetleri geçirirler. 
İçten içe hepsinin, kustuğu nefretin bir parçası, belki de hepsi Büyük Birader içindir. Ondan deli gibi korkmalarına, yalanlarla beyinleri yıkanmasına ve neyin gerçek neyin doğru olduğunu ayırt edememelerine rağmen, zihinlerinin bir köşesinde hala Büyük Birader'in ne yaptığının farkındadırlar. Hatta kitapta bize tüm bunları gösteren Winston, buharlaşmayı göze alarak içindeki bastırılmış isyanı kağıda döker. Yüzlerce kez "Kahrolsun Büyük Birader" yazar. 
Tahminimce, Okyanusya'da yaşayan herkes Winston gibi çelişki içinde yaşıyor. Bir yandan ona boyun eğip, sabah egzersizlerindeki en ufak bir hareketi bile es geçmeye cesaret edemezken, bir yandan, kimse tarafından izlenmediklerini düşündükleri zamanlarda Büyük Birader'e nefretlerini haykırıyorlar. 
Kitaptan başımı kaldırdığımda bir düşündüm de, hayatımızda gerçekten o kadar çok Büyük Birader var ki bu beni korkutuyor. Polis olan babamın aylar, yıllar önce söylediği, bilgisayar ve telefon kameralarımızdan her an izlenebileceğimiz gerçeği var bir de. Neredeyse bir senedir, laptop kamerama yapıştırdığım post-it sayesinde karşısında rahatça oturabiliyorum. Burada Büyük Birader kim, bilemiyorum. Devlet, devlet insanı, iş insanı, insanları...
Ama en basitinden okulumdaki Büyük Biraderleri biliyorum; evimdeki Büyük Birader'i, annemi biliyorum. 
Okuduğum bölümlerde, Büyük Birader yönetimini ve şuurunu kaybeden, cehalet pençesinde çürüyen halkı tanıdım. İlerleyen sayfalarda Winston'ın düştüğü çelişkiden kurtulup doğru yolu bulacağını, tele-ekrandan gizli diğer insanlarla fikirlerini paylaşacağını, bu fikirlerin yayılacağını ve Büyük Birader'in devrileceğini umuyorum. 
Ayrıca Büyük Birader olarak tanıdığımız koca bıyıklı adamın, aslında sadece sıradan bir adamdan ibaret olduğunu ve bu düzeni kuran birçok kişi olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda her ne kadar distopya olarak geçse de hepimiz biliyoruz ki, bu kitap en az
realist bir kitap kadar gerçeği yansıtıyor."

Bu yazıyı ne zaman yazmışım hatırlamıyorum, yayınlamayı unutmuşum maalesef. "Ah, masum yavrucuğum." diyorum o günlerdeki Yaren'e, "Ne kadar da safsın, bu kirli dünyadan nasibini almadığın nasıl belli." 
Yakında ben de nasibimi alırım ama eminim. Son zamanlarda öyle Büyük Birader'ler türüyor ki, say say bitmez. Ama ben sayabildiğim kadarını sayacağım.
1- Annem: Kendisi her an, her yerde ne yaptığımı, kiminle olduğumu, ne yiyip içtiğimi bilmek istiyor. Dışardayken devamlı arıyor bu yüzden. Evde rahat mı duruyor sizce? Asla! Odamda olmamı katiyen istemiyor; sürekli gözünün önünde, neşeli, mutlu ve güleç olayım... Okuldan çıkıp direk eve geleyim, akşam yemeğini aksatmayayım, erken yatayım... Bir de bana biraz özgürlük hakkı tanıdığında -sağ olsun- yaptığı çok büyük bir şeymiş gibi minnet bekliyor. 
Anneciğim, meleğim, seni ifşa ettiğim için özür dilerim fakat kabul et. Sen bir Büyük Birader'sin. 

2- Mehmet Yayla: Ah benim özgür blogum, canım blogum... Anlatacaklarımı kaldıramayabilirsin lakin, gözünün önündeki perdeyi kaldırıp, seni hayatımın gerçekleriyle tanıştırmamın vakti geldi. Hayatım güzel kitaplar, müthiş şarkılar ve iyi insanlarla sınırlı değil. Bu yazımı okusa beni odasına çağırıp sayısız şey yapacak olan -saatlerce vaaz vermek, kafa ütülemek, vereceği cezaları saymak, direk cezayı vermek, babamı çağırıp bana ahlak dersi vermesini tavsiye etmek, anarşist olduğumu söyleyip dehşete düşmek, beni doğru yola çekmek için Risale-i Nur okutmak vs.- insanlar da var.
Okul müdürüm bir diktatör. Okula istediğim saatte gelme hakkım olmasına rağmen, arkadaşlarımla dördüncü ders okula geldim diye bize saatlerce nutuk çekti. Dar pantolon giymemize izin verdiği, bu yüzden kınama cezası vermediği için minnet bekledi. Annemiz babamın ateist bile olsa onlara saygılı olmamızı, KENDİSİNE DUYDUĞUMUZDAN BİLE ÇOK annemize babamıza saygı duymamızı söyledi, lütfetti. Arkadaşlarımın yapacağı gösteride sadece ilahi söylemelerine izin verdi. Öğretmenimizin yaptırdığı ilginç ve ilgi çekici bir etkinliği, siyasi içerik olabileceği gerekçesiyle iptal etmek istedi. Her kurala çılgınlar gibi bağlı olan adam, kendisiyle aynı siyasi görüşe sahip olduğu için, bir öğretmenimizin kuralları ihlal etmesine göz yumdu, yumuyor. 

3- Sevgililer/Eşler: En tehlikelisi bu işte. Farkında olmuyor insanlar blogcuğum fakat, "korumacılık, kıskançlık, sevgi" kavramları altında ne Büyük Birader'ler doğuyor bir bilsen...
"Son görülmen neden kapalı?", "Son görülmen gece 03:55, o saatte ne işin vardı?", "Kiminlesin? Hemen fotoğraf at."
Arkadaşlarımın çoğunun sevgilisi var, ya da oldu. Hepsinin yaşadıklarına, sanki ilişkilerinin içindeymişim gibi tanıklık ettim. Sürekli birbirleri üzerinde baskı kuruyorlar, yasaklar getiriyorlar. Bir yere gitmeden önce sevgilisinden izin alıyor insanlar, onu ikna ediyor önce. Neden? Çünkü kıskanır, çünkü o kadar sahiplenmiş ki sevgilisini, yeni bir insan görmesine katlanamıyor.
Ailesinin koymadığı kuralları koyuyor bu sevgili. Çok sevdiği ve çok sevgi kıskançlık getirdiği için, aşkısının sosyal medya hesaplarına giriyor, hemcinslerini teker teker engelliyor. Sonra kızıyor bir de bu sevgili, her şeyde hesap soruyor.
Sonra arkadaşlarım soruyor bana, "Neden yalnızsın?" Onlara cevabımı şimdi vereceğim: Hayatımda yeterince Büyük Birader var zaten. Bir tane daha, üstelik kalbimi açacağım bir Büyük Birader istemiyorum.

19 Nisan 2016 Salı

Winston'a Mektup



Sevgili Winston, 352 sayfalık maceramızda, bir an olsun pes edeceğin aklıma gelmemişti. O'Brien denen kanı bozuğa hiçbir zaman güvenmemiştim ve açıkçası senin o "Bir gün karanlığın olmadığı yer buluşacağız." rüyasını görmene onun sebep olduğunu düşünüyorum. Eminim bir yolunu bulup aklına yerleştirmiştir.
Sen Julia'yı ateşe attığında, "Bana değil, ona yapın işkenceyi!" dediğinde hala umudum vardı. Hatta her şey bittiğinde, sen diğer parti yandaşlarıyla birlikte tele-erkan izlerken bile umudum vardı. Ta ki kitabın son cümlesine kadar. Ne demek, "Büyük Birader'i çok seviyordu."? Bunu bize nasıl yaparsın?
Sırf egosundan bizi odasına çağırıp, "Size şu cezayı verebilirim, size bu cezayı da verebilirim. Bana saygı duymazsanız, okuldan uzaklaştırma alırsınız." diyebilen bir müdüre ve yine sırf egosundan, sırf elindeki bir gram gücü kanıtlamak için beden dersinde kısa film çekerken elimizden telefonlarımızı alıp, "Ders saati içinde çekim yapamazsın." diyen ve ödevimizi sabote eden öğretmenlere sahip bizlerin umudunu nasıl tüketirsin? Ben sende kendimi görmüştüm oysaki.
Neyse, artık senin üstüne yüklenmenin bir manası yok. Sana güzel bir haberim var.  Edebiyat öğretmenimiz bize birkaç hafta önce ütopya yaratmamızı söyledi. Gördüğüm kadarıyla hepimizinki epey güzel ve sana uygun -sadece bazılarına Müslüman ve Türk olmadığın için giremezsin.- Ama emin ol, çok mutlu olacağın ülkeler, gezegenler keşfettik. Sana benim ütopyama, Jüpiter'e gelmeni öneririm.
Jüpiter çok rahat ve mutlu bir yer, üstelik Julia ve senin için ideal. Buraya gelir gelmez, Hüzün Nakil Merkezi'ne gideceksiniz ve ne kadar acınız, derdiniz varsa merkeze teslim edip, sadece güzel duygularla yeni bir hayata başlayacaksınız. Burada sadece sanatçıların hüzünlü olma şansı var. Eğer diyorsan ben bir sanatla uğraşacağım, kendimi resme, edebiyata, müziğe adayacağım, hemen istediğin derecede hüzün nakli gerçekleştirilir.
Burada herkes özgür lakin, belirli kurallar da var elbet. Birini bile ihlal edeceksen eğer, orada Düşünce Polisi tarafından infaz edil daha iyi.

1. Kural: Jüpiter'e girerken ırkını sınır dışında bırakacaksın.
2. Kural: Eğer bir 'şeyi' dini, geçmiş ırkı, cinsiyeti, fiziksel görünüşü yüzünden yargılar, aşağılar, üzerinde baskı kurmaya, ötekileştirmeye çalışırsan, Hüzün Nakil Merkezi'nde aşırı hüzün yüklemesine maruz kalırsın ve bu hüzün seni intihara sürükler.
3. Kural: Jüpiter'de sabit fikirli olamazsın, insanlarla anlaşmaya çalışacaksın ve fikirleri ne kadar saçma gelse de saygısızlık etmeyeceksin.

Eğer bu basit kurallara uyabilecekseniz ve ben bir yolunu bulabilirsem, birkaç hafta içinde Jüpiter'de olacaksınız. İsterseniz diğer arkadaşlarımın da ütopyalarına bakabilirsiniz. Gelecek mektubumda bunlardan bahsedeceğim.
Sevgilerle,
Yaren.

Julia'ya Mektup



Sevgili Julia, şimdi neredesin, ne yapıyorsun bilmiyorum. Fakat dilerim çektiğin acılardan kurtulmuşsundur. 
Sana sitem edeceğimi ve "Neden bu kadar çabuk pes ettin?" diyeceğimi sanıyorsan yanılıyorsun. Güçlü görüntünün altında, aslında ne kadar dayanıksız ve zayıf biri olduğunu hepimiz biliyorduk. Sorun değil, ben seni zaten öyle sevdim. En azından çabaladın çünkü. Elinden gelenin fazlasını yaptın.
Sana verebileceğim hiçbir tavsiye yok maalesef. Eğer başınıza bu felaketler gelmeden önce yazıyor olsaydım bu mektubu, sana bir soru soracaktım sadece. Koskoca Dünya'da, lanet olası Okyanusya'dan başka bir yer yok mu da, siz bir yolunu bulup kaçamadınız ülkeden?
Bu mektubun eline geçmesi için her yolu deneyeceğim. Eğer amacımda muvaffak olabilmişsem ve şu an bu satırları okuyorsan, benim için endişelenmene gerek yok. Benim yaşadığım ülkede, Jüpiter'de Düşünce Polisi ve Büyük Birader yok. Herkes istediğini düşünmekte ve yapmakta özgür. Jüpiter hakkında daha ayrıntılı bilgiyi, Winston'a yazdığım mektupta vereceğim. 
İlk fırsatta ikinizi de yanıma aldırmaya çalışacağım.
Sevgiler.
Yaren.

Biten Bir 1984


Dikkat! 1984 spoilerı yemek istemeyenler, lütfen yazının geri kalanını okumasınlar. Saygılarımla...

Kitabı bitireli üç hafta oluyor, fakat bir türlü oturup hakkında bir şeyler karalama fırsatı bulamadım. Bugün 11-F'de düzenlenen 4. Geleneksel Yeme İçme Partisi'ne katılamadım ve ne kadar hüzünlü şey varsa aklıma geldi. Bu hüzünlü şeylerden biri de, 1984'ün sonuydu.
Allah'ım, neden, neden ve neden? Neden böyle oldu? Bu kitabı okurken içimde o kadar büyük bir umut, öyle derin bir inanç vardı ki, Winston ve Julia'nın Büyük Birader'i alt edeceğine neredeyse emindim. Zaten büyük insanları hep küçük sanılanlar alt ederdi ve Winston kitabın ana karakteriyse, bir şeyler değiştirmiş olması gerekirdi, değil mi?
Değiştirmedi işte, nefret ettiği, hor görüp küçümsediği insanlardan biri olup çıktı Winston. Keşke ölseydi. Çünkü bir insanın fikirlerini, inançlarını katletmek, kalbini durdurmaktan ve nefesini kesmekten çok daha korkunç.

5 Nisan 2016 Salı

Robotizm

Dünya dönüyor, insanlar değişiyor; çevremiz, yaşadığımız toplum, insanlar ve elimizden düşmeyen kıymetli telefonlarımız bir an olsun nefes aldırmıyor bize. Değişim, sürekli yeni yarattığı şaheseri sunuyor karşımıza ve içgüdülerimize ona sahip olma dürtüsünü iteliyor. Beyni günden güne otomatikleşen insanlar da, hiç düşünmeden,sorgulamadan, itelenen bu dürtünün kurbanı oluyor.
Whatsapp'a gelen mesajlardan uyuyamayan, aldığı uyku ilacı yüzünden uyanamayan, otobüsü kaçırdı diye işe, okula geç kalan, derdine de yine Whatsapp'tan yanan, kafası tertemiz gibi bir toplum oluşuyor. Hatta oluştu bile!
Kuş sesleriyle huzur içinde uyanan insanların yerini, kulak tırmalayıcı bir alarm sesiyle uyananlar aldı. Artık eve geliş saatimizi akşam dizimizin kaçta başlayacağı belirliyor. Ünlü bir mağazadaki ürünleri sırf indirimden yararlanabilmek için, aslında beğenip beğenmediğimize ya da işimize yarayıp yaramayacağına karar vermeden alıverir olduk. On sene önce tohumları bile ekilmemiş olan binlerce şey, şu an hayatımızın ayrılmaz parçaları.
Aslında o kadar eskiye gitmemize gerek yok; henüz birkaç gün önce ülkemizde telefonlara gelen yeni, muhteşem özellik 4.5G sistemi ile tanıştık. Telefonunuz 4.5G ile uyumluysa ne ala! Ama değilse de üzülmeyin, mağazalar çoktan 4.5G indirimine başladılar. Hemen gidin ve 12 ay taksit yaptırıp o 4.5G uyumlu telefonu alın!
Telefon sorununuzu çözdüğümüze göre sıra diğer probleme geldi. O küçük göğüslerle ve minik kalçayla daha ne kadar 'kendiniz' olarak yaşamaya devam edeceksiniz? Haydi sizi şöyle güzellik merkezimize alalım ve bir güzel Kardashian'laştıralım.
İşlemler biter bitmez, doğru AVM'ye! Yaz geliyor, geçen seneki bikininizi giymeyeceksiniz değil mi? Tabi ki giymeyeceksiniz; Instagram halkı sizi iki sene üst üste aynı bikiniyle görmek istemiyor çünkü.
Unutmayın, çağa ayak uydurmak istiyorsanız, kapitalizmin kölesi olmak zorundasınızdır.

3 Mart 2016 Perşembe

Tele-ekran Nedir Neye Yarar?

Tele-ekran, yoldaşları her an denetleme altında tutup, onları düşünce suçundan korumak ve köleliğe teşvik etmek için geliştirilmiş bir verici, aynı zamanda alıcıdır. 
Tele-ekran, 7 gün 24 saat açık olup, kapatılması mümkün olmamaktadır. Yoldaşlar uyurken bile gözetim ve koruma altındadır; uyanma saatlerinde de yine tele-ekran'dan verilen müzik sayesinde uyanırlar. Her sabah tele-ekran'dan yayınlanan egzersiz hareketlerini yapıp, formlarını korurlar ve güne enerjik başlarlar. 
Gün içinde, Okyanusya'nın dört bir yanına yerleştirilmiş olan tele-ekranlar, parti üyeleri ve diğer görevliler tarafından sürekli izlenir. Birisi suça meyilliyse, bu meyil tele-ekran sayesinde anlaşılır ve Düşünce Polisi duruma anında el koyar. 
Velhasılıkelam, çok iyi bir şeydir bu tele-ekran. Tabii şu sloganı mottosu yapmış insanlar için:
SAVAŞ BARIŞTIR
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
CAHİLLİK GÜÇTÜR

25 Şubat 2016 Perşembe

Kürk Vahşeti

image"Karagül (Karakul/QaraQul) Orta Asya orijinli, evcilleştirilmiş bir koyun ırkıdır. Bazı araştırmalar bu ırkın MÖ 1400 yıllarından beri insanlarla yaşadığını göstermektedir. Orta Asya’ nın çöllerinden gelen ırk zor koşullarda hayatta kalabilme yetenekleri sayesinde tercih sebebi olmuştur.

Karagül koyunlarının kürk sektöründeki yeri belki de kürk gerçeğinin en acı yönünü bize gösterir. Karagül koyunlarından elde edilen “astragan” yüksek mali değere ve geniş pazara sahip kıymetli bir kürk tipidir.
Karagül koyunları tamamen kıvırcık bir kıl örtüsüne sahiptir. Ancak bu kıllar, yavrunun doğumunu takip eden üç günde kıvırcık formunu kaybetmeye, hızla düzleşmeye başlar. Kıl örtüsündeki düzleşme astraganın karakteristiğini oluşturan kıvırcık görünümü azaltacak, bunun sonucunda ise kürkün değeri düşecek, hatta yavru öldürülmekte geç kalınırsa kürk astragan olma özelliğini kaybedecektir.
Bunu önlemenin tek yolu vardır. Yavruları doğar doğmaz (en geç iki gün içinde) öldürmek!
Ancak istenen kalitede (!) astraganın üretilmesi için bu da pek yeterli değildir. Söz konusu olan kürk sektörü ise; daha arzulanır (!) bir ürün elde etmenin yolu daha acımasız olmaktan geçer. 
En kaliteli astraganı üretmenin formülü şudur:
Karagül anneleri gebeliklerinin son 15-30’ uncu günlerine girdiklerinde,  mevcut hapishanelerinden beyaz fayans kaplı soğuk ölüm odalarına getirilir, annelik ve yaşam hakları göz önüne bile alınmaksızın gırtlakları kesilir, hemen akabinde karnı boydan boya yarılan annenin doğmayı bekleyen yavrusu yatağından alınır ve yüzülür. Böylece en değerli (pürüzsüz görünümlü) astragan kürk elde edilmiş olur.
Her yıl bu yolda, dünyaya gelir gelmez ya da gelemeden öldürülen 4 milyon* Karagül olduğunu da eklersek vahşetin boyutunu tam olarak ortaya koymuş oluruz.
Bir astragan kürk Amerikan piyasasında 12.000$’ dan alıcı bulurken, “broadtail” diye adlandırılan (fetüsten elde edilen) mantoların fiyatları 25.000$’ a kadar çıkmaktadır.* Ülkemizde de astragan en pahalı ve en gözde kürk türlerinden biridir.
Bu vahşetten para kazanan ve ülkemizde de faaliyet gösteren markalar arasında Ralph Lauren, Fendi, Prada, Dolce & Gabbana bulunmaktadır.
*Sayısal bilgileri elde etmede Wikipedia ve Peta’ dan yararlanılmıştır."

Çoğumuzun maddi durumu değil bu markalardan alışveriş yapmak, kapısından geçmek için bile yetersiz, biliyorum. Ancak bu sadece buzdağının görünen kısmı. Maalesef, her kürk pahalı olacak diye bir kaide yok. Hepimizin evinde, montunda, anahtarlığında, ayakkabısında; köpek, kedi ve tavşan tüylerinden elde edilen kürkler mevcut. 
Eğer biz dikkat edersek, çoğu hayvanın dövülerek öldürülmesine, hatta bazılarının öldürülmeden derilerinin yüzülmesine engel olabiliriz. 
"Ben almasam katliam son bulacak mı?" diye soruyorsanız, evet bulacak. Unutmayın gelir sağlanmayan hiçbir iş devam ettirilmez.

Kaynak: http://kurkehayir.tumblr.com

24 Şubat 2016 Çarşamba

Merhaba Hüzün

Son bir kez pedala yüklendi küçük Mahir, tur bitmek üzereydi. Komşusu ve arkadaşı Umut'un henüz yeni aldığı bisiklete biniyordu. Umut paylaşımcı biriydi, bu yüzden arkadaşlarının hepsine, apartmanın çevresinde bir tur atma izni vermişti. Çoğu çocuk bunu yapmaz, yapsa bile karşılığında herkesten birer gofret isterdi.
Mahir apartmanın önünde toplanmış arkadaşlarının hemen yanında frene bastı. Keşke birkaç tur daha atabilseydi. Keşke kendine ait bir bisikleti olsa da, her gün saatlerce pedal çevirebilseydi.
Akşam ezanı okununca isteksiz adımlarla eve çıktı. Parmak ucunda yükselip, zorlukla yetiştiği zile bastı. Boynuna önlük asmış olan annesi açtı kapıyı. Nagihan Hanım oğlunu görür görmez feryat figan söylenmeye başladı. "Bu tişört ne böyle?" Eliyle Mahir'in ensesini ve tişörtünü kontrol etti. "Şuna bak, sırılsıklam! Ben sana demiyor muyum oğlum, koşuşturma, terleme diye?"
Annesi söylenedursun, küçük Mahir ayakkabıları bir çırpıda çıkardı, mutfağa gidip buz gibi suyu kafasına dikti.
"Oğlum, hasta olacaksın ba- Ay, yemek yanıyor!"
Oğlan bir süre sessiz sedasız annesinin yemek hazırlayışını izledi fakat ağzındaki baklayı çıkarması uzun sürmedi."Anne," dedi en sevimli haliyle. "Ben bisiklet istiyorum."
"O nereden çıktı şimdi?" dedi Nagihan Hanım.
"Umut'a almışlar, Mehmet'le Deniz'in de var." Mahir ayağa kalkıp annesine iyice yaklaştı. "Ben de istiyorum."
"Elalem bizi ilgilendirmez evladım."
"Anne lütfen!"
Nagihan Hanım elini beze sildikten sonra, yüzünde buruk bir ifadeyle diz çöküp oğlunun hizasına geldi. "Biraz bekle bakalım," dedi güven verici bir sesle. "Bu ay bir bitsin, o zaman düşünürüz."
Mahir mutlulukla gülümsedi, içi içine sığmıyordu. Gelecek ay bisikleti olacaktı! Üstelik daha haziran ayıydı, ekime hatta kasıma kadar bisiklet sürecekti. Sonra kış bitecek, bahar tüm sükunetiyle doğaya hükmetmeye başlayacak ve Mahir yine bisikletine kavuşacaktı. Üstelik o, bisikleti olmayan çocukların sınırsız tur atmasına izin verecekti. Hatta karşılığında bir gofret bile almayacaktı.
Geçenlerde gazetede gördüğü bisiklet reklamını kesip saklamakla ne iyi etmişti! Saklamasaydı gelecek ay onu nasıl bulacaktı?
Günlerce mahalledeki arkadaşlarına istediği bisikleti anlatıp durdu. Hepsine, teker teker binmelerine müsaade edeceğine dair söz verdi. Bir ay nihayet sona erdiğinde, Mahir soluğu annesinin yanında aldı. Fakat umduğu haber gelmeyecekti.
"Daha yeni buzdolabı aldık." dedi annesi "En iyisi sen harçlıklarını biriktir de öyle al bisikleti."
Mahir kafasını sallamakla yetindi. Hemen odasına gidip hesap makinesiyle uzun uzun uğraştı. Her hafta aldığı harçlığı biriktirirse, ekim gibi bisiklete yetecek kadar parası birikiyordu.
Günler, haftalar geçti; Mahir hiç taso almadan, gofret için istediği paraları kumbarasına atarak koca bir yazı devirdi. Okul açılmak üzereydi ve tahmin ettiğinden de kısa bir sürede bisiklet için gereken parayı neredeyse tamamlamıştı. Saydığı paraları kumbaraya geri atıp, gazeteden kestiği ilana bakarak uykuya daldı.
Ertesi sabah uyandığında kumbarasının yerinde yeller estiğini gördü. Odasında taş üstünde taş bırakmadı, tüm evi arşınladı ama metal kumbara ortalıkta yoktu.
Derken evin kapısından  gelen anahtar sesiyle annesinin de ortalıkta olmadığını fark etti. Koşarak hole gittiğinde, elinde poşetlerle Nagihan Hanım'ı gördü. Oğlan daha sesini çıkarmamışken, annesi hevesle konuştu. "Uyandın mı oğlum? Gel bak sana neler aldım!" Çantasını bir kenara attıktan sonra dolu poşetlerin birinden kahverengi bir kaban çıkardı, yüzünde geniş bir sırıtmayla oğlunun üstüne tuttu. "Yepyeni bir kaban! Kumbarandakilere biraz daha ekledim, kış geliyor eski montun küçülmüştü. Haydi, denesene!"
Mahir'in alt dudağı titredi. Genç yüreğinde hissettiği, göğsüne oturan bu ağırlık da neyin nesiydi? "Ama," dedi ağlamaklı bir sesle. "ama ben o parayla bisiklet alacaktı-"
Annesi sözünü kesti. "Kocaman adam oldun artık sen, ne bisikleti? Hem kabana daha çok ihtiyacın vardı."
Küçük omuzları çöktü, bir şey demeden kafasını salladı. Boğazındaki yumru konuşmasına izin vermiyordu. Zümrüt yeşili gözlerinin alev alev yandığını hissedince hemen odasına koştu. Yastığının altında sakladığı gazete parçasını çıkardı. Fotoğrafa bakarak, sessizce ağladı.

23 Şubat 2016 Salı

Vega - Elimde Değil

 Fazlasıyla gecikmeli keşfettiğim bu şarkı hakkında söyleyebileceğim pek bir şey yok aslında. Sadece dinlemeden ölmeyin.



Araftan Bir Not


Büyük Birader'in zavallı kölesi Winston Smith gibiyim bazen. Şüphe duyuyorum aklımdan; doğrudan, yanlıştan; gerçekten ve yalandan...
Hafızam bu kadar çabuk mu yenileniyor, yoksa ben hatırlayacak kadar önemsemiyor muyum? Varsayalım önemsemiyorum; neyin rüya, neyin gerçek olduğunu anlayamayacak kadar, yaşamı da mı önemsemiyorum?
Belki bizim Büyük Birader de, benim beynimi hamur yapıp oynuyordur, kim bilir...

20 Şubat 2016 Cumartesi






“Bu yol senin, ve sadece senin yolun. 

Başkaları seninle yürüyebilir, ancak senin için yürüyemez. “




BERFİN

Neşemiz, aydınlığımız, içimizdeki çocuk
Filizlenen umutlarımız ve çöreklenen
Hüznümüz berfu
Çocukların hasreti
Kimsesizlerin kabusu
Bedbin ruhların
Merhemi berfu
İşte geliyor 
Gökyüzünün efsunlu incileri
Yeryüzünde olmak için
Masumiyetin rengi